Görmeyen gözlerin, duymayan kulakların ve suskun dillerin bulunduğu diyardayım. Tenlerin uyumu yok burada. Sessiz çığlıkları meşhur buranın, tıpkı hıçkırıksız ağlamaları gibi... Yalan unutulmuş, doğru henüz icat edilmemiş. Üzüntü var da mutluluk yok. Sadece üzüntünün olmamasına mutluluk diyor buradakiler.
İşte burası mahşer yeri. Can çekişen ruhun Azrail'i bekleyişinin resmi sergileniyor duvarlarında. Kuru dudakların son nefesini bekliyor başucundaki kulaklar. Ve fısıldıyor günah meleği: 'Yasak ağacın meyvesini tatmak yerine tutku ve arzularına kurban etmeye ne dersin?'
Karşı gelemiyorum tutkularıma. Kaçmak istiyorum bu diyardan. Kapatıyorum gözlerimi, uçmaya yelteniyorum. Boşlukta buluyorum bedenimi. Beğenmiyorum. ' Burası fazla boşluk başka bir yer bulmalıyım, kalabalık olsun gideceğim yer.' Kapatıyorum gözlerimi ve savrulmaya başlıyorum, rüzgâra cesaretini acizlikle takas eden güz yaprağı misali.
Bu kez hiç tanımadığım bir sokak ortasındayım. Yol boyu sıralanan meyhaneleri bir bir geçiyorum. Lâkin geçerken günah meleğinin sözleri aklıma geliyor. Başlıyorum tutku ve arzularımı beslemeye. Önce hiç tanımadığım birinin gözlerine dalıyorum. Ardından başımı yaslayacak bir omuz arıyorum. Sonra bunlarla yetinemediğimin farkına varıyorum. Ve yabancıların elini tutuyorum. Tuttuktan sonra da şunu fark ediyorum ki artık ben de bir yabancıyım. Yabancıların gözüne dalan, omzuna yaslanan, elini tutan ben; artık eski ben değilim. Onlarla yabancılaşan yabancıyım.
İşte tekrar mahşer yerine dönüyorum. Ne boşluk var içimde ne de yabancılar. Sen de yoksun. Emanet ruhlara bir şeyler koymak da başka ruhlara emanet etmek de anlamsız. Ve ben de bana emanet edileni sahibine vermek üzere yola çıkıyorum. Bir anda can çekişen ruhun Azrail'i bekleyişinin resmi duvardan siliniyor.