İki kelam etmek istiyor bu gece gönlüm. Lâkin dilim pek yorgun, yardım edemez gibi. O halde alayım yoldaşımı elime. Elbet o tercüme olur gönlüme.
Eleştirmek haddim değil ancak yorumlamak isterim gidişatımızı. Ağlıyor mu acep çocuklar? Doyuyor mu acep karınlar? İnsanlar üstüne düşen görevi yerine getiriyor mu? Sağ el yine sol ele göstermeden bir işler çeviriyor mu?
Ansızın bir yıldırım çakıyor ve soluk bir fotoğraf beliriyor gözlerimde. Fotoğrafın başkarakteri küçük kız. 'Bir deri bir kemik kalmak' deyiminin gerçek anlamı. Kurak bir toprak üzerinde, dizlerini karnına kadar çekmiş oturuyor.
Annemin sesi düşüyor kulaklarıma: 'Kızım yerde oturma! Yer soğuk, üşütürsün!'
Üzerinde rengi solmuş kırmızı bir elbise var çocuğun. Yaşlı bir kadının elleri kadar yıpranmış, giyilecek hâli kalmamış bir elbise.
Annemin sesi tekrar çınlıyor kulaklarımda: 'Yeni elbiseni beğendin mi kızım? Çok yakıştı sana.'
Önünde boş bir kâse olan o küçük kız yaşlı gözleriyle ta gözlerimin içine bakıyor. Manzaraya daha fazla dayanamayan gözlerim yerini gönlüme bırakıyor. Kızın bir türlü yanaklarından süzülmeyen o bir damla yaşını gördükçe gönlüm, usul usul kan ağlıyor. Küçük kızın masumiyetini gördükçe ağlıyor, çaresizliğini gördükçe ağlıyor, açlıktan çektiği acıyı düşündükçe ağlıyor. Hani var olmayana 'yokluk' deniliyor ya gönlüm ilk defa yokluğun varlığını görüyor. Kendini tutamayıp hıçkırıklara boğuluyor.
Kapı sesiyle irkiliyorum. Düşlerimden sıyrılıp içeri giren kardeşime dönüyorum. Kardeşim: 'Duydun mu haberi?' diyor. 'Ne haberi?' diye soruyorum. Elindeki yazıyı okuyor:
'İki günlük sokağa çıkma yasağını duyan insanların aç kalma korkusuyla fırınların önünde yaşadığı izdiham! '